Barış Ünlü: ‘Türklük Sözleşmesi’ esniyor, tehlikeli bir reaksiyon oluşabilir

Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ndeki görevinden ihraç edilen, Türklük Sözleşmesi kitabının yazarı Barış Ünlü'yle, bu ülkenin yazısız anayasası olduğunu söylediği Türklük Sözleşmesi’nin seçim gündemini nasıl etkilediğine dair bir söyleşi gerçekleştirildi.

17.03.2023, Cum - 08:54

Barış Ünlü: ‘Türklük Sözleşmesi’ esniyor, tehlikeli bir reaksiyon oluşabilir
Haberi Paylaş

Ulusal ve dinsel sözleşmelerin statik olmadığını, Türklük Sözleşmesi’nin de diğer kurucu sözleşmeler gibi esneyebileceğini söyleyen Barış Ünlü’ye göre Kılıçdaroğlu’nun cumhurbaşkanı adayı olması sözleşme tarihi açısından çok önemli.

Sünni-Türk üstünlüğünün politik, ekonomik ve demografik açıdan çok güçlü olduğunu unutmamak gerektiğini vurgulayan Ünlü, Dersimli bir Alevinin cumhurbaşkanı seçilmesinin devletin ve toplumun içindeki çeşitli kesimlerin reaksiyonlarına neden olabileceğini hatırlatıyor.

Gazete Karınca’dan Heval Elçi “Bu Suça Ortak Olmayacağız” bildirisine imza attığı için Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ndeki görevinden ihraç edilen, Türklük Sözleşmesi kitabının yazarı Barış Ünlü’yle, bu ülkenin yazısız anayasası olduğunu söylediği Türklük Sözleşmesi’nin seçim gündemini nasıl etkilediğine dair bir söyleşi gerçekleştirdi

Türklük Sözleşmesi’ni, devlet ile toplum arasındaki ve toplumun kendi içindeki ilişkileri düzenleyen, yazılı olmamakla birlikte pek çoğu örtük biçimde üzerinde anlaşmaya varılmış temel kurallar silsilesi olarak tanımlıyorsunuz. Sözleşmenin ilk maddesi ‘Müslüman ve Türk’ olmak. Alevi ve Kürt kimliğine sahip Kemal Kılıçdaroğlu’nun cumhurbaşkanlığı adaylığı üzerinde bir onaşmanın Türklük Sözleşmesi’nin ilk maddesinde bir gevşemeye neden olacağını düşünebilir miyiz? Sorusuna Barış Ünlü;

‘’Öncelikle Kemal Kılıçdaroğlu’nun kendisini Kürt olarak görmediğini, Türk gördüğünü vurgulamam gerekiyor. Bu bilgi önemli çünkü Türklük büyük ölçüde sübjektif bir olgu, objektif değil. Yani bir insan veya aile Türküm diyorsa, Türkleşiyorsa, Türk’tür. Tabii “dışarı”dan Kürt görünebilir. Örneğin Kürtler kendisini “Kürtlüğünü gizleyen, bastıran, unutmaya çalışan, ama aslında bizden biri, en azından bize yakın biri” olarak görebilir. Ya da Türklerin bir bölümü, tam da aynı sebeple, yani Kılıçdaroğlu Dersimli olduğu için onu bir Kürt olarak, hatta onun da ötesinde doğrudan bir vatan haini olarak görebilir. Dolayısıyla, Kılıçdaroğlu kendisini nasıl görürse görsün, Dersimli olması önemli bir olgu. Bir kere Dersim 19. yüzyıldan beri, ama özellikle de 1915’ten beri, devletin güvenmediği, “Ermenileri saklayıp koruyan; eşkıya, terörist, komünist yatağı” olan, hukuki ve fiili olağanüstü hallerle yönetilen bir bölge. Bir Dersimli olarak Kılıçdaroğlu da devletin o bölgede insanlara nasıl muamele ettiğini bilen biri. Bu bilgi ve deneyim dünyası onu tipik bir Türk’ten ayırıyor, bu da onu Türk devletinin ve Türklüğün sahibi olarak görenlerin nezdinde güvenilmez, tehlikeli biri yapıyor, sanırım bunu söyleyebiliriz.

Tabii Alevilik, Kılıçdaroğlu ile Türklük Sözleşmesi arasındaki Kürtlükle bağlantılı zaten karmaşık olan ilişkiyi daha da karmaşıklaştırıyor. Türk olmanın birinci şartı Müslüman olmaktır. Yani ancak bir Müslüman gerçek bir Türk olabilir. Az önce bir insan isterse Türk olabilir demiştim, işte o insan Müslüman insandır. Din, Türk milletinin ve devletinin oluşumunda bir tür ırk işlevi gördü. Yani doğuştan getirdiğiniz, bu nedenle sonradan biçimsel olarak din değiştirseniz bile devletin gerçek dininizi unutmadığı bir özellik. Bu nedenle gayrimüslimlerin ezici çoğunluğu çeşitli politika ve araçlarla tasfiye edildiler, kalan küçük bir azınlık ise hiçbir zaman gerçek bir Türk olarak kabul edilmedi. Aynı sebeple, Müslümanlığı bir an için bir ırk gibi düşünürsek, Müslümanlar ya kendi istekleriyle ya da asimilasyon araçlarıyla veya ikisinin bir şekilde bir araya gelmesiyle, Türkleşebildiler.

“Kendi istekleriyle” dediniz…

Kendi istekleri dedim, çünkü Türkleşmemenin bedeli çok büyüktür. Türkleşmenin getirileri de çok büyük olabilir, her zaman reel olmasa bile hiç değilse potansiyel olarak, bir umut dünyası anlamında. Tabii bu noktada karşımıza Aleviliğin Müslümanlık olup olmadığı, daha doğrusu Alevilerin Müslüman kabul edilip edilmediği sorusu çıkıyor. Bildiğimiz gibi Alevilik, Osmanlı tarafından İslam olarak ya da ayrı bir din olarak değil, heretik yani sapkın bir inanç gibi görüldü. Bu politik ve kültürel mirasın kısmen Türkiye Cumhuriyeti’ne de intikal ettiğini, örneğin fiili olarak devlet dininin Sünnilik olduğunu, ayrıca muhafazakâr Sünni nüfusunun zihniyet dünyasında Aleviliğin sapkın bir inanç olmaya devam ettiğini de biliyoruz. Ama tablo bu kadar basit ve net değil. Türkiye Cumhuriyeti laiklik ilkesiyle birlikte Aleviliği ve Alevileri içerecek çeşitli mekanizmalar da yarattı; Aleviliği hiç değilse resmi olarak Müslümanlığın ve özellikle Türklüğün bir parçası biçiminde gördü. Türkiye’deki seküler kesimler ve partiler bunu böyle gördü, görmeye de devam ediyor. Bunlar önemsiz şeyler değil. Nitekim Alevilerin cumhuriyet sevgisi ve genel olarak seküler, sol ve sosyal demokrat hareketlere olan desteklerinin arkasında da önemli ölçüde bu var. Özetle Kılıçdaroğlu’nun Kürtlüğü/Türklüğü meselesi gibi, Aleviliği/Müslümanlığı da Türklük Sözleşmesi kavramsallaştırmasının bir ölçüde inceltilmesini, genişletilmesini gerektiriyor. Yani Türklük Sözleşmesi’nin (bir an için bir kavram değil de gerçekliğin kendisi olduğunu varsayalım) kendisi gevşiyor mu sorusuna cevap vermeden önce kavramı biraz gevşetmek gerekiyor.’’ Yanıtını verdi

Dünyada da bu durumun örnekleri var mı? Sorusuna ise Ünlü;

‘’Toplumsal sözleşmeler, daha doğrusu ulusal ve dinsel sözleşmeler neredeyse hiçbir zaman ve hiçbir yerde statik değil. Çeşitli faktörlere (direnişler, ilerlemeye gösterilen gerici reaksiyonlar, dünya zamanı-konjonktürü, ekonomik genişlemeler veya daralmalar gibi) bağlı olarak her zaman değişirler, sertleşebilirler, yumuşayabilirler, daha önce içine almadıklarını almaya başlayabilirler. ABD’de “dışarı”dan beyaz olarak görünen İrlandalıların, İtalyanların veya Yahudilerin, Katoliklerin ancak zamanla beyaz olarak kabul edilmeye başlamasını düşünebiliriz. Örneğin bir Katolik’in 1960’lardan itibaren ABD başkanı seçilebilmesi bir genişlemeye işaret eder. Veya Medeni Haklar Hareketi’ni ulusal sözleşmeyi genişletme çabası olarak da görebiliriz. Tabii Türkiye’deki din gibi ABD’de de ırk en temel kıstastır. Dolayısıyla bir siyah olan Obama’nın başkan seçilebilmesi bir Katolik olan Biden’ın başkan olmasından daha önemli bir olay. Tabii Obama’nın başkan olması ırksal sözleşmenin ortadan kalktığı anlamına gelmiyor, bir ölçüde esnekleştiği anlamına geliyor. Yani deri rengi kısmen açık olan ve sistem karşıtı olmayan bir siyahın başkan olabileceği kadar esnemiş olması. Ama devlet ve toplumun önemli bir kesiminde gözlemlenen bu esneme, karşısında aşırı-sağcı faşist bir reaksiyon da ortaya çıkardı, ki bu dinamik de Trump’ın seçilmesiyle sonuçlandı. Diyeceğim, evet, Türklük Sözleşmesi de diğer kurucu sözleşmeler gibi değişiyor, esniyor, bazen da katılaşıyor. Kılıçdaroğlu’nun cumhurbaşkanı adayı olması ve muhtemelen seçilecek olması da sözleşme tarihi açısından çok önemli bir olay. Obama’nın seçilmesi gibi. Fakat tam tersinden bakarsak, Dersimli bir Alevinin cumhurbaşkanı seçilmesi devletin ve toplumun içindeki çeşitli kesimlerin çeşitli biçimler alacak reaksiyonlarına da neden olabilir.

Biraz uzattım farkındayım ama Alevilik’le ilgili bir şey daha söylemek istiyorum. Anadolu’nun gayrimüslimlerden arındırılarak Müslümanlaştırılması üzerine artık epeyce geniş bir literatür var, yani bu konuyu bilmek isteyenler için hem teorik olarak hem de belgeleme anlamında yeterince malzeme var. Fakat aynısını Anadolu’nun Sünnileştirilmesi için söyleyemeyiz sanıyorum. Alevilerin bir kısmı nasıl Sünnileştirildi, bir kısmı çeşitli tehdit ve katliamlar sonucu nasıl büyükşehirlere göçmek zorunda kaldı ve kısmen bunlarla ilgili olarak Anadolu’nun çok sayıda şehri nasıl bu kadar sağcılaştırıldı? Bu türden sorular etrafında yeni bir araştırma gündemi oluşabilir diye düşünüyorum.’’ Cevabını verdi

Öyleyse, Türkiye’de Kürtlere yönelik herhangi bir ayrımcılığın yapılmadığına ilişkin popüler söylemden ödünç alarak sorarsak: “Bu ülkede Kürtler cumhurbaşkanı bile olabilir” mi? Sorusunu yanıtlayan Ünlü şu ifadeleri kullandı;

‘’Müslümanlığın, Türklüğün temel şartı olmasından ilerlersek, bir Kürt kökenli de bir Gürcü kökenli de bir Çerkes kökenli de cumhurbaşkanı olabilir. Egemen Türklük söyleminin kullanmayı çok sevdiği “kökenli” terimini bilhassa kullanıyorum. Kökeniniz başka bir şey olabilir, ama sonradan o kökeni terk edip Türklüğe geçiş yaparsanız cumhurbaşkanı bile olabilirsiniz, evet. Ama “Türk değilim, Kürdüm” derseniz hiçbir şey olamazsınız. İsmail Beşikçi’nin eskiden çok sık söylediği gibi, “kapıcı dahi olamazsınız.” Buna karşı, Kürdüm diyen insanların milletvekili olduğu söylenebilir, ama o milletvekilliği de bir AKP, CHP, MHP milletvekilliğine benzemiyor. İçinde büyük riskler taşıyor, diyelim 5 yıl milletvekilliği yapıp 10 yıl hapis yatabiliyorsunuz. Adını saydığım diğer partilerde kimse bu riskleri almıyor, almaz da.’’

Türkiye siyaseti ittifaklar çerçevesinde ilerliyor. Tarafların uzlaşısı bağlamında, ittifaklardaki aktörler yeni bir sözleşme kuruyor diyebilir miyiz ve bu yeni sözleşmede HDP’nin rolü ne? Sorusuna Ünlü;

‘’Sözleşme dediğimiz şey kolayca, diyelim farklı partilerin bir araya gelmesiyle ve hatta anayasa yapmasıyla kurulmuyor. Ulusal/dinsel sözleşmeler, belli etnik/ırksal/dinsel/medeniyetsel özellikler etrafında milletlerin ve o milletlere ait devletlerin oluşması demek. Osmanlı-Türkiye tarihine baktığımızda, 1912-1922 arasındaki kesintisiz savaş döneminde ortaya çıktığını düşündüğüm Müslümanlık Sözleşmesi, yani Müslümanlığın temel şart olduğu bir sözleşmeyle gayrimüslimlerin tasfiye edilmesi ve sadece Müslümanlara ait bir devlet kurulması böyle bir süreçti örneğin. Ve bir devlet bir kere kurulduktan sonra, onun temel ilkelerini, hiyerarşilerini vs. değiştirmek, yeni ilkeler ve özellikler etrafında yeni bir ulus yaratmak, yeni bir devlet kurmak, hiyerarşilerin yerine eşitlik ilkesi getirmek kolay değil. Ama elbette bu, sözleşmelerin esnemediği, değişmediği anlamına gelmiyor. Biraz önce sıraladığım türden çeşitli faktörlere bağlı olarak Türkiye’de de değişiyor, değişebilir, daha demokratik ve daha hukuki hale gelebilir.

Örneğin içinde yaşadığımız moment böyle bir fırsat sunuyor olabilir. Şu an hâkim toplumsal tepkinin kleptokratik bir Türkçü-İslamcı diktatörlüğe ve bu rejimin devleti çökertmesine karşı olduğunu söyleyebiliriz sanıyorum. Bugün Türklük Sözleşmesi bir kriz içerisinde, çünkü sözleşmenin devlet ayağı büyük ölçüde çökmüş durumda. Bu çöküşü yargıda, bürokraside, diplomaside veya sözleşmeler için çok önemli olan meritokrasi ilkesinin tamamen terk edilmesi gibi olgularda görüyoruz. Deprem felaketi ve katliamı bu çöküşü daha da çıplak ve açık hale getirdi. Söndüremediği yangınlardan etkilenen insanlara, cumhurbaşkanlığı otobüsünden çay fırlatan Türk devleti, şimdi depremzedeler için halka çay bağışlama çağrısında bulunuyor. İşte bu durum, devletçi ve milliyetçi bir hamasetten ziyade dayanışmacı ve sol bir söylemin, duyarlığın ve hareketin yükselişini beraberinde getirebilir, belki hâlihazırda getiriyor da. Bu atmosfer devam ettiği ölçüde HDP de yeni dönemde önemli roller oynayabilir. Tabii yine başa dönersek, böyle bir potansiyele karşı çok büyük ve tehlikeli bir reaksiyon oluşacaktır. Kürt hareketleri ve sol ne zaman güçlense, buna büyük bir tehditle ve baskıyla karşılık verilir. Sünni-Türk üstünlüğünün hem politik hem ekonomik hem de demografik olarak çok güçlü olduğunu unutmamalıyız demek istiyorum, çünkü 7 Haziran 2015 seçimleri döneminde sanki bir an unuttuk ve hazırlıksız yakalandık.’’ Yanıtını verdi.

Cumhur İttifakı’nın, Kürtler tarafından da destekleneceği düşünülen geniş bir mutabakat platformunu zayıflatmak konusunda nasıl davranacağı kestirilemiyor. 6 Şubat Maraş depremlerinin pek çok manevrayı değiştirmiş olması muhtemel… Depremin ardından başta Yunanistan olmak üzere pek çok ülke yardıma koşmuşken “dış düşman” argümanını kullanmak akıllıca değil. Kürt düşmanlığı ise her vakit işe yarıyor; Bursaspor-Amedspor maçında yaşananları gördük. Oysa ondan bir hafta önce bir başka takımın taraftarı sahayı depremzede çocuklar için oyuncaklarla doldurmuştu. Sıradan bir futbol takımı taraftarını ırkçı bir saldırgana dönüştüren nedir sizce? Sorusunu cevaplayan Ünlü;

‘’Milliyetçilik ve ırkçılık ile bireylerin/grupların kötülüğü ve kötülük yapma potansiyeli arasında yakın bir ilişki var. Irkçılık ve milliyetçilik, bir milletin/ırkın en kötüsüne, diğer milletin/ırkın en iyisinden daha üstün olma duygusu veriyor. Örneğin Mahmut Esat Bozkurt, “Türk’ün en kötüsü, Türk olmayanın en iyisinden iyidir” derken buna işaret ediyordu. Bu sadece hamasi bir laf değildir, tümüyle olmasa bile belli bir gerçekliğe de işaret ediyor. Hem o üstünlük duygusu hem de daha iyi olanın iyiliğinin hiçbir şey ifade etmemesi anlamında gerçektir, bunu demek istiyorum. Tabii burada belki ironik diyebileceğimiz bir durum da var. Türk’ün en kötüsünü en kötü yapan Türk milliyetçiliğinin ve ırkçılığının bizzat kendisi. Bu her ülkede böyle, yani ırkçılığın ve milliyetçiliğin doğasında var bu. Irkçılık ve milliyetçilik, egemen gruba mensup bir insanın zihnini hamasetle doldurup onu hem ölüme/öldürmeye gönderebilir hem de daha kolay sömürebilir, yani onu yoksul ve eğitimsiz bırakır, başkalarına yapılan kötülüğü normal ve hatta iyi gördürür, böylece ortaya “en kötü Türk” çıkar ve bu en kötü Türk kendisini diğerlerinin en iyisinden daha üstün görür. İşte gerçek anlamıyla sosyalizm, yani 20. yüzyılda ulusal sınırlara kapanmadan önceki, 19. yüzyıldaki enternasyonal anlamıyla sosyalizm bu nedenle çok radikal bir fikirdi, çünkü bütün bu çerçeveyi reddedip yerine bambaşka bir şey öneriyordu.’’ İfadelerini kullandı

Bahçeli, maçın ardından “Amed diye bir yer yoktur, Amedspor’dan da bahsedilemeyecektir” diyerek Bursaspor’u ve taraftarlarını selamladı. Buna karşılık DEVA Partisi’nden Mehmet Emin Ekmen, “Sizin meşru bir şekilde mücadele eden bir futbol kulübünü terörizmle yaftalamanız o kulübü, o kulübün destekçilerini terörist yapmaz” dedi. AKP ve Millet İttifakı’nın aksine MHP, Kürtlerin (etnik, politik, kültürel) kimliklerini hep ceplerinde taşıması gerektiğini mi düşünüyor? Sorusuna Ünlü;

‘’Tanımlama ve isimlendirme tekeli, ırkçılığın ve milliyetçiliğin en önemli güçlerinden biri. Bu nedenle sözcükler ve kavramlar üzerinden bile inanılmaz bir mücadele verirler, değişime reaksiyon gösterirler. Tabii bu karşılıklı bir mücadele. Ezilen gruplar da kendi sözcüklerini, kavramlarını, isimlerini kullanmak, kendi tanımlamalarını yapmak için mücadele ederler. Kürt sözcüğünün gündelik ve politik dile yerleşmesi mücadeleler sayesinde oldu ve bu büyük bir mevzi kaybıydı Türk milliyetçiliği açısından. Şimdi duvarı Türklük tanımı (üst kimlik, ya da Ne Mutlu Türküm Diyene) üzerinden ve Türkiyelilik terimine direnerek örüyorlar. Amed’in varlığını kabul etmemek de bu bağlamda değerlendirilebilir. Ama tabii bu içinde bulunduğumuz atmosferde, Türk milliyetçiliği standartlarında bile çok primitif bir tepki. Türkiye’de Kürt hareketi, feminizm, Gezi Direnişi ve CHP’nin ulusalcılıktan uzaklaşarak görece demokratikleşmesi gibi hareket ve dinamiklerde gözlemleyebildiğimiz büyük değişim göz önüne alındığında, ‘Amed diye bir yer yoktur’ demek, ancak ne kadar arkaik kaldığınızı gösterir. Tabii bu primitifliğin kısa vadeli amacı sanırım açık. Çok sayıda gözlemcinin yorumladığı gibi, Bursa’daki maç, deprem sonrasında güçlenen sol ve dayanışmacı ruhu yine ırkçılık üzerinden bastırmaya çalışmak ve olası HDP desteğinin Kılıçdaroğlu adaylığına sunacağı katkıyı mümkün olduğunca küçültmek için bir fırsat olarak kullanıldı.’’ Cevabını verdi.

Mülteci karşıtlığı da toplumda epeyce taraftar toplayan bir mesele, nasıl oluyor da konu mülteciler olunca tüm siyasi-toplumsal kamplar, aralarındaki farkları bir kenara bırakabiliyor? Konusunu değerlendiren Ünlü şu ifadeleri kullandı;

‘’Göçmen karşıtı ırkçılık özel ve spesifik bir ırkçılık türü olduğu için, uzmanı olmadığım bir konuda boyumu aşacak şeyler söylemek istemiyorum. Ama şu kadarını söyleyebilirim sanırım: Bütün ırkçılıklar güçsüzleri hedef alır. Herhangi bir ülkede veya bölgede, güçlü gruplara karşı ırkçılık yapamazsınız, yapmazsınız. Irkçılığın doğasına aykırıdır bu. Göçmenler de devletsiz insanlar oldukları için, belli bir ülkenin “yabancısı” oldukları için, onlara karşı ırkçılık yapmak çok kolaydır, hiçbir bedeli yoktur çünkü. Ülkenizdeki sorunların, yoksulluğun, hukuksuzluğun gerçek sorumlularına karşı mücadele etmek çok zor ve tehlikeli olduğu için nefretinizi ve öfkenizi aslında bütün bunların hiçbirinden sorumlu olmayan insanlara yöneltirsiniz. Bu da sermaye ve müesses nizamın önemli bileşenleri olan siyasi partiler tarafından teşvik edilir, hatta sırf bunu yapmak için partiler de kurulabilir, Zafer Partisi gibi. Yani göçmen karşıtı ırkçılık, bir ülkede işler nasıl gidiyorsa aynen öyle devam etmesi için bire birdir. Bunu yukarıdakiler bile isteye yaparken, aşağıdakiler belki bilmeden, yani bilincinde olmadan yaparlar. Güçlülere karşı olan güçsüzlüğün birikmiş ama bilince dahi çıkamayan ezikliğini ve öfkesini kendisinden daha da güçsüz olanlara yöneltir. Bu yüzden göçmen karşıtı ırkçılıkla mücadele etmek, diğer ırkçılık türleriyle mücadele ederken olduğu gibi, sadece göçmenlerin hakkını korumak anlamına gelmiyor veya en azından gelmemeli. Demek istediğim, iktidar ve sermaye sahiplerine, yani insanları daha kolay yönetebilmek ve sömürebilmek için dini, milliyetçiliği veya ırkçılığı kullanan siyaset ve sermaye erbabına karşı gerçekten sol ve enternasyonal olan bir mücadele ne kadar yükselirse, ırkçılıklar da aynı oranda düşüşe geçecektir.’’

Nerina Azad
Bu haber toplam: 8840 kişi tarafından görüldü.
Son Güncellenme:13:59:22
Bu gönderiye hiç yorum yapılmamış! İlk yorum yapan kişi olmak ister misin?
Nerina Azad
x