Sırtlan - 1

Ankara’dan gelen bir telgraf tüm dünyaya isyan ettiren bir kara haberdi: “Gelin ölünüzü alın!” içeriği ile… Ve hiçbir zaman kapanması mümkün olmayan o yarayla yaşayanlardandım ben. O sırtlan benim o yaramın kokusuyla o gizemli yerimi bulmuş ve çenesindeki dişlerini o yaramın derinliklerine kadar kilitlemişti…

Yekta Uzunoğlu

03.06.2018, Paz | 14:05

Sırtlan - 1
Makaleyi Paylaş

Uzun yaşamımda ilk kez!

Vahşi hayvanlar içerisinde en çirkin bir yüze sahip olan, leş ile beslenen, başka hayvanların yakaladıkları avları elinden alan, çok kalın bir boyuna sahip olan bir sırtlana benzettiğim bir zatı üzülerek olsa da hakında suç duyurusunda bulundum. Izdıraplar çektim, çok üzüldüm; çünkü O zat bir \"Kürt\"’tü.

Bir Kürt diğer bir \"Kürt\"’ü evinde, nöbette olan Fransız savcısını ofisine çağırtarak -tatil günü olmasına rağmen avukatlar bularak- suç duyurusunda bulunuyordu.

Ömrünü Kürt davasına adamış, bu davada büyük bedeller ödemiş Kürt aydını, “Kürt” postuna bürünmüş ve akademik unvan kullanan bir sırtlandan kurtulabilmek için son çare olarak devlete hem de yabancı bir devletin güvenlik güçlerinin yardımına başvuruyordu. Ve adalet mercilerine başvuruyu yapan şahıs da ne yazık ki bendim!

On yılı aşkın bir zaman diliminde tüm saldırılarını “kardeşim, arkadaşım, değerli dostumla” başlayarak bertaraf edip insan bedenine yapışıp kan emerek beslenen asalak ve ağzı leş kokan bir sırtlandan kaçmaya çalıştım. Bana bulaşmaması için ne kadar gayret göstersem de olmadı. O sırtlan daha da saldırganlaştı, bedenime bin dirhem daha acı verip, varlığımdan, tüm yaşamım boyunca inşa ettiklerimden bir parçamı koparıp yiyebilmek için kurnazca ve şeytani planlarla peşime düştü, bu insani değerler ve ahlak yoksunu yaratık!

2006 yılında Çek Cumhuriyeti’nin en prestijli ödüllerinden biri olan “Manevi Cesaret, Onur Ödülüne” layık görülmüştüm. 13 yıl boyunca eğilmeden Çek-Türk derin devletlerinin yok etme girişimlerine karşı uluslararası camiada verdiğim amansız hukuk mücadelesin neticesiydi benim o ödüle layık görülmem.

Ödül törenine on yıllardır diasporada yaşamama rağmen kendimi bilinçli olarak diasporanın hastalıklarından koruyabilmek için uzak tuttuğum, diasporadaki birkaç dostumu da davet etmiş ve ayrıca Kürdistan televizyonunu davetliler listesine katmıştım.

Konuklarımın arasında yer alan bazı isimler ödül töreni sırasındaki konuşmamı Kürt medyasına taşımışlardı. Onlara, “Hukuk mücadelemin daha bitmediğini, maruz bırakıldığım haksızlıklar karşısında Çekya devletini mahkemeye vereceğim ve alacağım tazminatı Kürt çocuklarının eğitimi için sarf edeceğim” demiştim. Onlar da bu sözlerimi Kürt medyasına taşımışlardı. “Keşke söylemeseydim, keşke yazmış olmasaydım” diyerek hayıflandığım oluyor. Sırf sarf ettiğim bir cümleden ötürü.

Kürt medyasını benden binlerce kilometre uzakta sinsice hesaplar yapan bir “vantuzun” bir sırtlanın gelişen olayları nasıl da dikkatle izlediğini nerden bilebilirdim ki?

O Sırtlan benim bu demecimin içinde yatan et-para kokusunu binlerce kilometre uzaktan almış ve ‘’leş’’ diye tabir ettiğim ete, -tazminatı her zaman ölenin leşleşmiş etinin bedeli olarak algıladım- çünkü 13 yıllık hayatımın bir tazminatla geri dönmesi zaten mümkün olamazdı ve alacağım tazminat da bir LEŞTİ. Ve ben ölü etini kendime layık göremezdim. Ondan ötürü de hibe etmeye karar vermiştim. O Sırtlan o tazminat leşinden nasıl büyük bir parça koparabileceğinin yollarını, yöntemini şeytanca planlamıştı.

13 yıl sonra nihayet Yargıtay Mahkemesi kararıyla 13 yıl boyunca “suçsuz-sorgusuz-sualsiz” tüm var olan geçerli yasalar çiğnenerek 13 yılımın- ki bunun 2.5 yılını özel bir hücrede kitlesel katiller arasında geçirmiştim- devletçe yıkıldığına- viran edildiğine karar verilmiş, tüm amaçlı suçlamalardan yargıtay kararıyla aklanmıştım. Böylelikle tazminat hakkım doğmuştu. Ödül alırken Kürt medyasına verdiğim söyleşilerde bahsettiğim ve Kürt medyasının manşetten verdiği, sırtlanın da ta uzaklardan aldığı kokuyla hemen ağzının salyayla dolduğu konu, işte bu tazminattı!

Tam o günlerde gecenin geç saatlerinde telefonum çaldı, arayan numara tanıdık değildi. Fransa’nın kodu olduğu için yanıt vermek istedim. Telefonu açtığımda karşımdaki sanki devletin en yüksek kademesinde, medeniyeti resmi terminolojileri kullanarak karşısındakinin üstünde bilgelik hükmünü kurmak isteyen bir şahıstı.

İlk cümlesi; “Sayın Dr. Uzunoğlu, sizi hukuksuzluğa karşı verdiğiniz üstün mücadelenden ötürü kutlarım” oldu.

Sayın Dr. Uzunoğlu…

Ve sonu gelmeyen Sayınlar…

“Beyefendi siz kimsiniz?” diyebildim ancak sonu gelmeyen “sayınlardan” sonra…

“Ben Dr. Ali K…” ve sonu gelmeyen özgüvenler, hangi üniversitelerde neler yaptığının kendi üzerine sonu gelmeyen dizdiği methiyeler… Hep geçen yıllarla beraber olumsuzluklarıyla gelişen süreçte ve bu olumsuzluklardan kendini koruma refleksiyle mesafeli dinliyordum, sonunun nereye varacağını merak ederek… Ve akabinde benim hiç beklemediğim ve herhalde varlığımın en zayıf noktasından, nereye vuracağını çok iyi bilerek, can damarıma o soysuz kan kokan dişlerini sapladı. “Ben rahmetli dayınız, Tunceli Müftüsü iken her sabah var olan tek ineğimizin sütünü size getiren Ali’yim. Annem bana her sabah “bu sütü bizim Kürt Müftü ’ye götür” diyerek o karda kışta sütle yollara salar ve bende onurla o sütü her sabah size, dayınıza ve çocuklarına getirirdim!..” dedi.

Çocukluğumda annem ve dayım benim yaşamımdaki en değerli varlığımdı. Varlığımdaki en hassas, en yara alabileceğim noktanın farkındalığıyla, korumasızca bilinmeyen, bilinmediğinden emin olduğum için de hiçbir zaman korumaya almadığım gizemli yerimdi… O, beni tam oradan vurmuştu. Hem de tüm ince hesapları aylarca en ince ayrıntılarıyla hesaplayarak. Bir tek dayım vardı ve dayım bizim için annemden sonra hayatımızdaki en değerli varlığımızdı. Ailemizin onu okula gönderme imkanı olmadığından ancak ilkokulu okuyabilmiş, Farîn”de “medeni”(Devlet okulu) ilkokulu okurken de medreseye gitmiş, o dönemde ulaşılabilir en ünlü Kürt alimlerinin yanında dini eğitim almış, askerdeyken ortaokulu dışarıdan bitirmişti. Akabinde Birecik’e müftüsü olarak atanmıştı. O’nun Birecik Müftülüğü döneminde de Diyarbakır Ziya Gökalp Lisesi’ni yine dışarıdan en yüksek dereceyle bitirmiş, “resmi” okulları bitirirken ilahiyatı ihmal etmemiş, mükemmel Arapça, Farsça ve bir de İngilizceyi öğrenmiş ve Türkiye Cumhuriyet’inin en genç Vilayet Müftüsü olarak Tunceli’ye atanmıştı. Yani Alevilerin vatanına… Herhalde o dönemde çocukken kaybettiği annesinin (ninemin) aslen Ermeni olduğunu öğrenmiş olacak ki, kendisini Hristiyanlığı, Museviliği araştırmaya vermiş. Yerinin müftülük veya Sünni din bilimi olmadığını anlamış ki üniversite sınavlarına girerek kazandığı seçeneklerden nihayette Kürtlere her şeyden daha çok hukukun gerektiğine kanaat getirerek Ankara Hukuk Fakültesi’ne yazılmıştı…

Dayım Kürt usulü akraba evliliği yapmıştı. O aynı zamanda halamın eşiydi ve iki de çocukları vardı. Biz onu görebilmek, onunla beraber olabilmek için her şeyi ama her şeyi göze alır Silvan’dan o dönemin şartlarında bazen pikaplarla, bazen kamyon üstünde ta Tunceli’ye kadar giderdik. Hayatımda tanıdığım annem gibi en medeni, en sakin, en sabırlı, en insancıl, en akıllı insandı dayım… Bize Munzur kenarındaki evinin önünde alabalık tutma tekniğini, karşı yakaya asma köprüyle geçilerek varılan ormanda palamut toplamasını, akşamları soba üzerinde palamut pişirmesini öğreten 32 yaşındaki Silvan’ın medarı iftiharı olan müftü dayımızdı O… Son ayrıldığımızda bana “İnsan Kurtarma’nın Zevki” kitabını hediye eden ve yıllarca yastığımın altından ayırmadığım o kitabın hayatımda silinmesi mümkün olmayan izler bırakması beni dünyanın en ünlü üniversitelerinden birinde doktor olmaya, doktor olduktan sonra da insan kurtarmadaki Öncü Kutup Yıldızı olmaya itti. Ayrılmamızdan sonra Ankara Diyanet İşleri Genel Müdürlüğüne çağrılıyor, oraya giderken de Ankara Hukuk Fakültesi’ndeki imtihana katılmak istiyor…

Ankara’dan gelen bir telgraf tüm dünyaya isyan ettiren bir kara haberdi: “Gelin ölünüzü alın!” içeriği ile… Ve hiçbir zaman kapanması mümkün olmayan o yarayla yaşayanlardandım ben. O sırtlan benim o yaramın kokusuyla o gizemli yerimi bulmuş ve çenesindeki dişlerini o yaramın derinliklerine kadar kilitlemişti…

Beni savunmasız bırakarak…

Annem ve dayım benim en savunmasız, gizli, kimsenin bilmediğinden emin olduğum her an, kanayabilecek varlığımda sır gibi sakladığım iki gizemli yerimdi.

O sırtlan beni hayvani içgüdüleriyle iki gizemli yerimden vurmuştu.

Yıllar ama yıllar sonra o sırtlanın dayımı hiç tanımadığını, hiçbir zaman evine annesinin tavsiyesiyle “Kürd Müftü’ye süt götürmediğini, Paris’teki akrabalarımı tanıdığından rahmetli dayımın atmışlı yılların başında Tunceli’de müftü olduğunu öğrendiğini ve diğer tüm hikâyenin sırf avına yaklaşabilmek için hayali ürünler olduğunu öğrendiğimde artık duygusallığın esaretinde girdiğim gaflette çok ağır bedeller ödemiştim.

Devam edecek

Çizim : Nuh Ateş \'in kaleminden Sırtlan

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.
7132 kişi tarafından görüldü.
Son Güncellenme:00:35:26
x