Niyazi Usta-1

1975 yılıydı. Ecevit affı henüz çıkmış, 11 Nisan 1971 cuntasından sonra Diyarbakır’da tutuklanmış akrabalarımız, ağabeylerimiz, mücadele arkadaşlarımız serbest bırakılmıştı. Serbest bırakılanların arasında ta çocukluktan tanıdığım, rahmetli dayımın ilkokuldan sınıf arkadaşı ve en yakın dostu Niyazi Abê de vardı.

Yekta Uzunoğlu

21.06.2020, Paz | 17:48

Niyazi Usta-1
Makaleyi Paylaş

 

Niyazi Usta’yı bilmem duydunuz mu? Yeni nesil adını pek bilmese de, eskiler, özellikle Kürdistani meselelere duyarlı olanlar mutlaka bir biçimde duymuştur adını; bu doğal olarak mizacı mizahlı Kürt entelektüelini. Kürt siyasetinin emektarlarından Mehdi Zana’nın ustası ve birçok konuda hocasıydı! Unutulmasın diye, böylesi bir değerin anısına bağlılığın üzerime yüklediği bu anlatı borcunu ödemek için onu bir de benden dinleyin istedim.

“İnsanoğlu, doğduğu toprakların ruhunu taşır” derler. İnsan kişiliğini, hayal ve arzularını bu ruh şekillendiriyorsa eğer, Niyazi Abi’yi anlamak için, öncelikle doğup büyüdüğü Silvan’ın tarihi, sosyal, kültürel kişiliğini anlamak gerekiyor.

Silvan ya da Farqîn sadece kadim ismiyle, bir zenginliği temsil etmiyordu. Niyazi Abi’nin doğup büyüdüğü bu şehir Kürdistan’ın, yaşama biçimi olan kültürel zenginlikleri rengârenk harelendiren bir insanlık bahçesiydi.

1975 yılıydı. Ecevit affı henüz çıkmış, 11 Nisan 1971 cuntasından sonra Diyarbakır’da tutuklanmış akrabalarımız, ağabeylerimiz, mücadele arkadaşlarımız serbest bırakılmıştı. Serbest bırakılanların arasında ta çocukluktan tanıdığım, rahmetli dayımın ilkokuldan sınıf arkadaşı ve en yakın dostu Niyazi Abê de vardı. Rahmetli babası ona hocalık yapamadığı için dayım uzun yıllar medresede hocalığını da yapmış, hatta birçok konuda onun yol göstereni olmuştu.

Niyazi Abê, Diyarbakır’da çıkarıldığı askeri mahkemede bölücülükle suçlandığı iddianameye atfen, mahkeme heyetinin yüzüne karşı, Kürde özgü mizah inceliğini politik tutumuyla birleştirerek söylediği şu şiveli sözle toplum içinde de adından söz ettirmiştir: “Ma, hakim beg!.. Türkiye Cumhuriyeti hıyar mıdır ki; böleyim.’’ Bu sözle Kürt siyasi hareketinin belleğine silinmeyecek biçimde kazınan Niyazi Abê’mizin yakalandığı hastalık cezaevinde gerekli tedaviyi görmediği için kansere dönüşmüştü.

Hastalığının Türkiye’de tedavisi mümkün olmadığından Paris’e gelmişti. Kendal Nezan da, gelişinden önce o dönemde var olan tüm engelleri aşmamı benden istemiş, sonunda onu komünist Çekoslovakya’ya getirip bırakmış ve kendisi tekrar Paris’e dönmüştü. Türkiye’ye döndüğünde, o dönemde herkesin korkulu rüyası olan Türk Ceza Kanununun 141 ve142. maddelerinden yargılanmaması için, diyalektik materyalizm dersi hocam, aynı zamanda Çekoslovakya sosyalist gençlik örgütünün yöneticilerinden ve o sıfatla komünist partisinde, devlette etkin olan Otakar Volanec sayesinde pasaportunun vizesine değil gerekli her şeyin bir kağıt üzerine verilmesi sağlanmıştı. Böylece, Türkiye’ye döndüğünde ülkeden hiç ayrılmamış gibi bir görünüm kazandırılarak, komünist Çekoslovakya’ya gelişinin izleri önceden yok edilmiş oluyordu.

Niyazi Abê, 32 yaşında vefat eden, Türkiye’nin en genç vilayet müftüsü olan dayımın çocukluk ve okuldan sınıf arkadaşıydı. Niyazi Abê’nin babası bir melleydi, çocuklara ders veren. Haylazlığı çocukluğuna dayanan Niyazi Abê, babasının verdiği derslere gitmemiş; dayım ise hem medeni okuldan, hem de medresede Niyazi Abê’nin babasından ders almış; akabinde kaza müftüsü ve hemen ardından vilayet müftüsü olmuştu. Kendine has espriye kaçan bir dille “Ben haylazdım, o akıllı; birbirimizi tamamlıyorduk.’’ derdi. Ve yine rahmetli ağabeyim Erdinç’i çok severdi.

Korku rejimi için “düşman” menzilinde sakıncalı kişi olmama rağmen, vize verilmesini ve hem de vizenin pasaportuna değil bir kağıt üzerine işlenmesini dostlarım sayesinde sağlamış, Kendal Nezan’a Paris’in Napoleon caddesindeki Çekoslovakya Sefaretine gidip vize almalarını salık vermiştim. Ve öyle de oldu. Niyazi Abê’yi o dönemin dünyasının en ünlü üroloji uzmanıyla tanıştırmış, üroloji kliniğinin cumhurbaşkanı veya komünist parti polit büro üyelerinin kaldıkları odaya aldırtmıştım –ilerlemiş yaşlarından dolayı hepsinin ya prostat ya da başka idrar yolları sorunları vardı ve o tüm yaşamları boyunca emir verenlerin hepsi can derdinden onun dudaklarının arasından çıkacak bir cümleyi bekliyorlardı-. Profesörün ismi Eduard Hradec’ti!

Prof. Hradec bir tanrı gibiydi, komünist parti polit bürosu daha çok yaşlılardan meydana geldiği için, üyelerinin hemen hemen hepsinin prostat ya da idrar kesesi sorunu vardı ve ölümden kurtulabilmek için hepsinin de eli, canı Profesör Hradec’e mahkumdu. Bu mahkumları sadece Çekoslovakya komünist partisi polit büro üyeleri oluşturmuyordu kuşkusuz. Komşu ülkelerin hatta Sovyetlerinkiler de dahildi bu korku listesine. Hradec o kadar ünlüydü ki; o dönemin papası bile komünizm engellerine rağmen ona özel uçak göndertip Roma’ya getirtilmesini sağlayarak kendisini ona ameliyat ettirenlerdendi. 

Hradec devletten istemiyordu; emir veriyordu. Onun emriyle komünist devlet, şu ünlü 5 yıllık ekonomi planlarını hiçe sayarak, inanılmaz bir hızla kendisine o dönemin Çekoslovakya’sının en modern binasını, üroloji kliniği olarak inşa etmiş, içini de dünyada ulaşılabilecek en modern teknolojiyle donatmıştı. O teknik Japonya’dan mı, Amerika veya Almanya’dan mı temin edilecekti; o Hradec’in işi değildi, kısaca temin edin diyendi.

Hradec kısa boylu, asabi, cin gibi inanılmaz hareketli bir insandı. Ona, her yerde otoritesi ve başarı hikayeleri hissedilen adama bir şekilde ulaşabilmiştim. Beni görür görmez, ’’Büyükelçilik basan asi Kürdü nihayet tanıdım.’’ diyerek beni dikkatlice süzüp dinlemiş ve biraz düşündükten sonra “O hastam nerede şimdi?’’ diye sorduğunda, o asabiliğin arkasında gizlenmiş sınırsız insani yakınlık duygusunu varlığımda his etmemle birlikte, o ana kadar beni ezen psikolojik bir yükten ancak kurtulabilmiştim. Profesör Hradec’e cevap verdim: “Hocam, benim öğrenci yurdumdaki odamda.’’ Bu söz üzerine bir süre derinlere daldı ve ardından “Kürtlerin direncine hayranım, keşke biz Yahudiler de sizin gibi Hitler’e karşı direnebilseydik...’’ dedi. Gözlerinde üyesi bulunduğu Yahudi halkının acılı tarihini anlatan ifade vardı . Biraz önce dalıp gittiği o derinliklerde halkının tüm yaşadıkları acıları bir anlığına da olsa yeniden yaşamış olmalıydı fakat Kürtler’e gıpta ettiğini belirten kelimelerle konuşması da beni bahtiyar etmişti. Sonra da kendisini hemen toparlayarak o üroloji polikliniğinin odasında, duvarlardan halkına has davudi sesi çınladı Hradec’in: “Yarın o hastam burada olacak!’’ Emir keskinliğindeki bu sözden sonra da sesine giderek yumuşayan bir ton kazandırarak “Bana ulaşamadığın anlarda benim yardımcıma ulaşmaya çalış; ona gereken talimatı da vereceğim.’’ diye ekledi. İlk kez ağır ve acı ama yüksek insani duygulara boğulmuş bir biçimde, tokalaşmadan ayrıldı oradan; yine o hızlı adımlarıyla kliniğin koridorlarında kayboldu.

O anki mutluluğumu anlatabilmemin olanağı yok. Dilimin sınırlarını fazlasıyla aşar. Komünist rejimin hedefindeki ben ve kaldığım öğrenci yurdunda sakladığım, bir an önce yardım bekleyen Niyazi Abê’m!..

Sakladığım diyorum, çünkü yurda kayıtlı olmayan hiç kimsenin orada kalması mümkün değildi. Neredeyse pencereden uçup gelen güvercinlere, göçebe kırlangıçlara  bile bir demir perde ülkesinde oldukları hissettirilmek istermişçesine, herkes ve her şey ağır bir gözetim altındaydı.

Kendal, Niyazi Abê’yi bırakıp çoktan Paris’e dönmüştü, kalması için tüm ısrarlarıma rağmen. Çünkü O, Niyazi Abê’ye benden çok daha yakındı, dosttu. Kendal’ın, yurtdışı sınavlarını kazanıp da Fransa’ya okumak için burs aldığında başarısını Silvan’da herkes coşkuyla karşılamıştı. Niyazi Abê onun şahsında “Silvan, Fransa’da utanmasın.’’ diyerek elbisesini kendi elleriyle dikmiş ve öyle yollamışlardı Fransa’ya. Niyazi Abê’nin ilk yurtdışı seyahatiydi. O dönemde televizyonlar veya diğer iletişim araçları bugünkü kadar yaygın ve çok çeşitli değildi. Avrupa hakkındaki bilgileri bu nedenle sınırlıydı. En vahimi hasta olduğunu ve hem de kanser olduğunu bilerek yabancı, üstelik dünyanın komünist ülkeler dışında kalan büyük bölümünde demir perde olarak adlandırılan bir ülkeye gelmiş ve o halde tanıdığı insanların sıcaklığına, yakınlığına muhtaç kalmıştı! Kendal, Prag’da yapabileceği bir şeyinin bulunmadığını ve gerekçe olarak, derslerini ileri sürerek Paris’e geri dönmekte kararlı olduğunu söyleyip duruyordu. Ben de kendisine sağlık sorunuyla birlikte Niyazi Abê’yi sahiplenmesini ve yakınında olmasının bile ona güç vereceğini, o güce Niyazi Abê’nin içinde bulunduğu durumda hayati ihtiyacının olduğunu ne kadar söylediysem de anlatamadım ve söylediği gibi Paris’e döndü. Niyazi Abê’nin de benim de onun kararını kabullenmekten başka çaremiz kalmamıştı.

Tüm gayretim, Niyazi Abê’nin Prag’ta olduğunu herhangi bir şekilde Türk makamlarının duymamasını sağlamak yönündeydi ki; döndükten sonra hemen 141-142’den hakkında dava açılıp tutuklanmamasıydı. Tüm bu risklere niye girildi, onu da hiç anlamadım; çünkü Niyazi Abê’yi Paris’e getiren yine Kendal’dı ve Paris’te de onu tedavi ettirebilirdi. Doğru Paris’te Prof Hradec yoktu ama her halde tıp orada taş devrinde değildi! Ama aynı zamanda Silvan ve Diyarbakır gibi o dönemde dar Kürt çevrelerinde Kendal Niyazi Abê’yi tedavi için Paris’e götürdü destanı yayılmıştı. Yayılması için kim üstün gayret göstermişti tahmin edin artık.

Niyazi Abê’yi Çarls Üniversitesinin yeni inşa edilmiş üroloji kliniğinin en lüks odasına yatırdık ve kaygı duymaması için defaaten hiç yalnız kalmayacağını, ya benim ya da oda arkadaşım Pavel’in sürekli nöbetleşe yanında olacağımızı söyledim. Yabancı bir ülkede, hele hele komünist bir ülkede stres yaşamasın ki; bozulmuş sağlığının o aşamasında stres faktörü oldukça hayati bir risk oluşturabilirdi.

Niyazi Abê, bir duvarı boydan boya cam olan odasını sevmişti, o dönemin şartlarına göre çok lüks sayılan bir de renkli televizyon vardı odasında ve belki de değil o kliniğin, Çarls Üniversitesi’nin tüm kliniklerinin en güzel hemşiresini tahsis etmişti Prof Hradec Niyazi Abê’ye! Bir gün Hradec şakayla “Morale ihtiyacı var, Ortadoğulular sarışın, iri memelileri sever.’’ demiş ve o hemşireyi bilinçli seçtiğini gülümseyerek, cin gibi bakışlarıyla dillendirmişti.

Hemşirenin ev telefonunu verdi ve bizim yurdun koridordaki telefon numarasını da ben ona verdim. İletişim içinde olunmalıydı, çünkü o nöbette olmasa da nöbette olan hemşireler bizimle iletişim içinde olmakla da görevlendirilmişti, yani bana veya Pavel’e bilgi vermekle.

Teşhis, muayene günlerinde okula gitme şansım kalmamıştı çünkü Niyazi Abê ye  tercüme edecek başka kimse yoktu. Çekoslovakya daki Kürdistanlı öğrencilet 1975 Şubat ayında Prag taki İsveç büyükelçiliğini basıp dünyaya sesimizi duyurduktan sonra rejimin namlusunun hedefi olmuş ve herkes "can derdine" düşmüştü. Günler süren yoğun muayeneler sonunda idrar kesesi kanserinin yapısı, büyüklüğü tespit edildi ve en büyük müjde kanserin komşu organlara, hele hele kalça kemiklerine sıçramadığı, akciğer ve karaciğerin temiz oluşuydu. O haberin, o anın nasıl heyecan ve sevinç verici olduğunu, Niyazi Abê’yi o şartlarda da olsa mutlu edebilmek için sevindirici haberi ona nasıl söylediğimi ve o an onun göz bebeklerindeki mutluluğu onunla yaşamanın dayanılmaz zevkini anlatabilmeme dilin,lisanın sınırları dar gelir.

O mutlu haberi onunla paylaştıktan sonra tamamen rahatladı, yatağına uzandı; ben de sandalyeyi alıp yatağının yanına çektim ve elini ellerime aldım. Bana baktı, çok duygulanmıştı: “Keşke rahmetli dayın sağ olsa senin buralara gelip tıp fakültesini okuduğunu görseydi” dedi.

 

(Devamı gelecek )


 

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.
5441 kişi tarafından görüldü.
Son Güncellenme:14:09:48
x