Kürt Asaletinin Simgesi: Necati Siyahhan

O, uzun yaşamım boyunca Kürt asaletini yaşadığım, tanıdığım, dost olma şansına sahip olduğum ender insanlardan biriydi!

Yekta Uzunoğlu

25.04.2020, Cts | 18:43

Kürt Asaletinin Simgesi: Necati Siyahhan
Makaleyi Paylaş

Yıl 1968 idi. Siverek’te rahmetli ağabeyimle yeni açılmış hiç mezun vermemiş Siverek Lisesinde öğrenciydik. O, 3. Sınıfta, ben ise 1. sınıftaydım.

Siverek’in toplumsal anatomisini tanıyabilmek biz Silvan-Batman’dan gelenler için hiç de kolay değildi. Hem dikkatli hem de tedbirli ve saygılıydık! O, gizemli Siverek’te bir sır gibi birkaç isim dolaşırdı; rahmetli Faik Bucak ve Necati Siyahhan bunlar arasındaydı. Kısa sürede rahmetli Faik Bucak’ın “GAZIN JI XWEDÊ” şiirini bulmuş, onu büyük bir kartonun üzerine el yazısıyla yazıp odamızın duvarına asmıştık. Ve Faik Amca’yla ilgili ulaşılabilir her bilgiye ulaşmanın telaşındaydık.

Diğer gizemli kişi Faik Amca gibi katledilmemişti. Siverek’teydi, üstelik şairdi, hâlâ yazıyordu! Necati Abi’nin “Nataşa” şiirini ağabeyim o güzel sesiyle okur, ben Siverek’teki odamızda, sobanın yanında onu hayranlıkla dinlerdim. Ağabeyim tam bir felsefe aşığıydı; ona bu felsefe aşkını aşılayan ve çok renkli bahçesinin yolunu yine Siverekli kişiliğinden asalet fışkıran hocası açmıştı.

Nataşa’yı her okurken, bir bölümünde durur, bana felsefi boyutunu anlatmaya çalışan bir ağabeydi o.

Necati Abi Siverek’in sokaklarında rastlanılan birisi değildi. Siverek’teydi ama ona ulaşmak imkansızdı! Sadece şiirlerinin diliyle onunla iletişimdeydik. Siverek mitingine geldiği söyleniliyordu ama o gün orada o kadar çok kişi vardı ki ve hepimiz için o kadar coşkuluydu ki...

Nihayet Necati Abi’yi 1969’da tanıyabildim. Fiziki yapısı tahminlerimi aşıyordu. Bir kere çok açık tenliydi. Neredeyse sarışın saçlı, olabildiğine yakışıklı bir Orta Avrupalıydı sanki! Fiziki yapısıyla tamamen uyumlu zarafeti, kibarlığı, sükuneti, nazikane mesafesi, karşısında kim olursa olsun gösterdiği kibarlığı, kibarlığının içinde itinayla yaşattığı yiğitliği... varlığından asalet fışkıran bir kişilikti Necati Abi.

Siverek’teki bazı diğer aşiret mensuplarında görülen kabalıktan iz- gölge bile yoktu Necati Abi’de. Bu kadar farklı yapıları barındırandı Siverek.

O bizim için büyülü, sır olan 49’lardan birisiydi. Ama bu arada onu tanıma şansına sahip olduğum diğer bazı 49’lulardaki kibir de yoktu Necati Abi’de. Sanki "ben bana düşeni yaptım" der gibiydi.

Necati Abi 49’lar olayında hukuk fakültesinde öğrencisiydi, hapsedildi. Tüm öğrencilik hakları elinden alınıp okuldan ihraç edildi.

1960 darbesinden sonra da arananlar listesine alındı.

1969’da onu tanıdığımda elinden alınan haklarının mücadelesini veriyordu, boş durmaması için babası ona Siverek meydanındaki karakolun yanındaki köşede bir kumaş dükkânı açmıştı. O dükkân artık sık sık uğradığım bir mekân olmuştu. Küçük, temiz, betondan tek katlı, büyük cam cepheli bir dükkân... Ama Necati Abi, dükkân ve de kumaş satıcılığı! Necati Abi’nin tezgâha geçerken de o insan olarak yıkılışını, ender gelen bir müşteri kapıyı açtığında, elinin ayağının nasıl birbirine dolaştığını, nasıl ezildiğini hissetmemek mümkün müydü? Kumaş dükkanında çalışmak ona çok uzak bir meslekti ama sırf o, bir şey yapıyor olmak için katlanmaya mahkûm edilmişti.

Necati Abi, yardım ve desteğiyle Siverek’in Gümrük Hanı’nda kiraladığımız 2 odayı kütüphane-okuma-seminer merkezi yapmıştık. O dönemin bütün idealist-yurtsever gençlerinin uğrak yeri olmuştu. Bunlar arasında Mehmet Uzun, Mahmut Çıkman, Bilal Pişirici ve daha kimler yoktu ki... O neslin üstünde Necati Abi’nin o asil -kibar-mesafeli etkisi tabii ki vardı. Bizden önce de Necmettin Büyükkaya’dan Mustafa Özer ve Ferit Uzun’a kadar açılan geniş yelpazedeki gençliği etkileyen Necati Siyahhan’dı!

Yine o dönemde yani 1970 yılının başlarında Necati Abi, Siverek Kültür gazetesini çıkarmaya karar verdiğinde ben onun gönüllü yardımcısı olmuştum. Siverek’te matbaa olmadığı için Diyarbakır’a gidiyorduk. Gazeteyi basan matbaa Niyazi Usta’nın - Mehdi Zana’nın Ar Pasajı’ndaki dükkânının yakınında olduğundan matbaadaki işlerimiz bitirince ya da matbaaya gitmeden önce mutlaka gider Niyazi Abi’ye uğrar, çayımızı içer, sohbetten sonra Siverek’e dönerdik. 1970 yılında yeni mezun olan Kemal Parlak’ın gönüllü olarak Siverek Sağlık Merkezi’nde doktor olarak gelmesi biz gençlere daha da farklı bir güç kazandırmıştı.

O dönemde Necati Abi’yi çok sonra TKP yönetiminde görev alan Erganili Şeref Yıldız’ın üvey kardeşi ziyaret ederdi, meslek okulunda öğretmendi.

Necati Abi o kadar asil, kibar bir kişilikti ki tüm "ilerici" Türkiye gençliğinin ağzından düşürmediği şiirleri ben yazdım dediğini bile duymadım. Sadece bir gün çok ısrarımız üzerine liseye giden yolun üstündeki parkta bizi kırmayıp Nataşa’yı* nihayet okudu.

1970, eylül sonunda vedalaşmak için dükkânına gittiğimde, kucaklaşmış ve hüzünle ayrılmıştık.

On yıllarca haberini sadece uzaklardan alıyordum, nihayet hukuk fakültesine dönüp okulunu bitirmesi için izin aldığını, hukuk fakültesini bitirip, avukatlık yapmaya başladığını... ama kesin adresine ulaşamamıştım.

***

Ben 2,5 yıl Çek Cumhuriyeti’nin başkenti Prag’ta özel bir hücredeyken, Alman Büyükelçiliğinin hücreme kadar getirip bana vatandaşlık vermesinden sonra ancak serbest bırakılmıştım. Hücrede kaldığım 2,5 yıl da iddianame bile yazılmamıştı. Serbest bırakıldıktan sonra Almanya’ya dostlarımın yanına, oradan da istemeyerek de olsa kaderimle hüzünlere-kaygıya boğduğum ailemin acılarını biraz olsun dindirmek için Türkiye’ye 1997’de Ankara’ya döndüm. Döner dönmez alman vatandaşı olmama rağmen hakkımda tahdit konuldu. 45 yaşımı aşmış olmama rağmen "askere" zorla alınarak Burdur’a götürüldüm. Götürüldüğüm kışlada akıbetimi artık biliyordum. Mucizevi bir şekilde aniden Çiller hükûmetten düşürülünce, o kışladan hemen serbest bırakılınca tekrar Ankara’ya döndüm ve ikinci günü Ankara Emniyeti gelip beni evden aldı. Bu kez de haftalar süren emniyetteki ifadeler... Hem de ortada bir suç olmamasına rağmen! Aylar sonra insanüstü bir mücadeleden sonra dostların da yardımıyla, Alman Büyükelçiliğinin araya girmesiyle ancak Türkiye’yi terk edebildim. 1994 yılının eylül ayında benim Prag’ta tutulup özel bir hücreye 2,5 yıl sorgusuz sualsiz alıkoyulmama sebep olan kişi Çek Parlamentosunda açılan gensoru üzerine Çek polisinin ajanı olduğu kanıtlanan Göksel Otan’dı. Daha sonra asıl isminin Gürkan Gönen olduğu iddia edildi. Ama ben Ankara’dayken çok gizli bir belge elime geçmişti. Bu belgeye göre Göksel Otan’ın asıl İsmi Gürkan Gönen de değildi, Mustafa Özer’di ve Papa suikastı kapsamında Türkiye’de aranırken TKP’nin yardımıyla önce Doğu Almanya’ya, akabinde de Çekoslovakya’ya gönderilmiş, başlangıçta komünist istihbarata, komünizm yıkıldıktan sonra da akabinde de mafyalaşan polis teşkilatı için çalışmıştı. Ben bu belgeyi Avrupa basınında yayınladım. Şirketimin Genel Müdürlük binasında 8.9.1994’de beni öldürmek için gelenin kimliğini öğrenmiştim. Ve nihayetinde Papa suikastının aydınlatılmasında yardımcı olabilecek bir belgeydi de bu aynı zamanda. Annemin rahatsızlığı sonucunda mecburen Türkiye’ye döndüğümde tekrar gözaltına alındım. Ev aramaları ve hemen hakkımda resmî evrakta tahribattan dava açıldı. Cezam: Ağır suç ve Ankara 14. Ağır Ceza Mahkemesi’nde yargılanmaya başlanıldı. Yani şu ünlü Bahçelievler katliamına bakan hâkim-mahkeme. Bizim iddiamız: “Madem evrakta tahribat var diyorsunuz o zaman devlet orijinalini sunsun ki neyi tahrip ettiğimi kanıtlansın!” 1,5 yıl süren mahkeme süresinde devlet tabii ki evrakın orijinalini sunmadı çünkü bendeki asıl orijinalin kopyasıydı ve tahribat yoktu. Ve dava düştü! Orijinalini mahkemeye sunmuş olsalardı İnterpol ve İtalyan adli kurumları nezdinde rezil olacaklardı. Yani T.C.’nin Papa cinayetindeki bilgilerini İnterpol ve İtalyan adli makamlarıyla paylaşmadığı kanıtlanacaktı. Bir mahkeme sonucu, mahkeme salonundan çıkıp asansöre yöneldiğimde, son anda asansöre birisi daha bindi. Beni takip mi ediyor kuşkuyla baktığımda, 5-10 dakika önce mahkeme salonunda yaşadıklarımı unuttum birden: Karşımda duran Necati Abi’ydi! Yine kibar, yine nazik, her zamanki gibi medeni, onurlu, asilzade Necati Abi duruyordu. İtinayla her zaman olduğu gibi başka yerlere bakıyordu. Ben Necati Abi deyince dönerek bana baktı, ama tanıyamadı. Tanıması da beklenilemezdi. Ayrıldığımızda daha doğru dürüst sakalım bile yoktu... Kendimi tanıttım. Heyecanla: “Siverek.” dedim. “Siverek Kültür gazetesi, Gümrük Hanı ve daha neler...” dedim beni hatırlaması için. Hemen hatırladı. Boynuma sarılıp iki yanağımdan öptü. Asansörden indiğimde o birkaç dakikalık anın verdiği mutlulukla kuş gibi hafiflemiş, yaşadığım tüm streslerden kurtulmuştum. On yıllar sonra buluştuğumuz yer yine Kürdün kaderindeki Ağır Ceza Mahkemesi olmuştu!

Kartını hemen çıkarıp bana verdi. Israrla kendisini aramamı istedi benden.

Aramadım, arayamazdım, çünkü 24 saat izleniyordum, arayıp onu da zor duruma sokmaya hakkım yoktu ama onu görmeyi o kadar çok istiyordum ki. O kadar yıl sonra ona o kadar yakın olmama rağmen onu yeniden görmeme ve beraber olmamanın sızılarıyla kavruluyordum!

Akabindeki Ankara günlerimde bu acıyı taşıdım hep.

O 49 olayında verdiği azimli direnişini ve akabindeki yıllarda Kürt gençliğini aydınlatmak için verdiği mütevazi ama devamlı emeğini hiçbir zaman siyasi sermaye etmeyen, siyasi sermayeye çevirmek eğilimi dünyasında olmayandı!

***

Necati Abi Kürt asaletinin yaşayan simgesiydi. Sanki Tevrat’ta Yaradanın Harran’da yarattığı cennetteki Âdem ile Hava’nın asil evladıydı. Binlerce yıl sıkı elekten geçirilmiş asaletti ondaki.

Varlığında taşıdığı asalet ile insanı insan yapan tüm değerlerin yok olduğu Türkiye’de artık yaşamasının mümkün olmadığını hissettiğinde, edebi huzura kavuşmak için "sessiz sedasız” göç etti bu dünyadan Necati Abi.

***

*NATAŞA

1.

Nasıl ki

Bir ana ceylan

Vurulmuş yavrusuna

İçten yanıyorsa

Ve nasıl ki

Teksaslı bir kız

Almanya'da öleni

İstanbul'da arıyorsa

İşte öylesine...

Beyaz yeleli

Bir atın sırtında

Gece demeden

Gündüz demeden

Durmadan dinlenmeden

Koşarak

Azgın denizlerdeki

Kudurmuş dalgalar gibi

Coşarak

Kokladığın her çiçeği

Yaprak yaprak

Bastığın her adım toprağı

Parmak parmak

Dolaşarak

Bir gün ben de seni aramaya çıkacağım Nataşa!

Seni kaybettiğim dünyada

Bulmak istemiyorum

Geçtiğim yollardaki bütün aynaları

Ters kapattım

O her köşe başında

Tüm insanlardan sakladığım

Hatıralardan

Birer yıldız yaptım

Ve onları

Bilmediğim bir dünyanın

Göklerine astım

Tut ki

Yirmi altıncı asırda

Merih'te

Yahut

Otuz sekizinci asırda

Uranüs’te

Yahut

Zaman adlı çizginin

Bir x noktasında

O her köşe başından

Çekip çıkardığım

Ellerimle göklerine

Pençe pençe

Yıldızlara astığım

Dünyadayız.

Orada

Ne meyhane tezgahlarında

Mumlar gibi yanıp tutuşunların

Gönül yarası

Ne yalın ayak başı kabak

Sokakta dilenenlerin

Ekmek davası

Ve ne de

Kana susamış insanların

Ölüm kavgası...

Her köşe başında bir çeşme

Her çeşmeden

Oluk oluk akan sular

Ve suların başında

Hep bir ağızdan

İpek bir yumak sarar gibi

Türkü söyleyen kızlar...

Ne Neron

Ne Sezar

Ne Hitler

Ne Mussolini

Ne Hiroşima

Na-ta-şa......

Dokuz gezegenin

Onuncusu

Kardeş kavgasının

En sonuncusu

Öylesine bir dünya ki bu

Ne İsa'nın oniki havarisi

Ne Muhammed'in dört halifesi

Çözemedi

Çözemedi

Bunun ne demek

Olduğunu.

2.

Tüm ışıkları söndürdüler

Birer birer

Tüm çeşmelere

Kilit vurdular

Güneşi hapsettiler

Ve seni

Yıldızların karanlığında

Yaşamaya

Tutsak ettiler.

Sen ki

Burjuva züppeleri nezdinde

Salonları süsleyen

Bir gül

Ve proleter sınıfından

Bir emekçisin

İstesen

Senin için

Sönen mumlar birer birer

Yanabilir

Kilit vurulmuş çeşmeler

Gürül gürül

Akabilir

Akvaryumlu meyhanelerde

Zümrüt yeşili gözlerine

Şiirler okunur

Ve Adalar'da

Türküler yakılır

Altın saçlarına

Ben

Jandarma dipçiklerinin

Meydanlarında şaha kalktığı

Sokakları

Barut ve ölüm kokularının

Sardığı

Bir sonbahar akşamında

Üç kurşun sesiyle doğdum.

Senin için

Doktor-hastabakıcı

Ebe-hemşire

Yahut suyla ekmek

Ne ise

Benim için

Sehpa ve ölüm

Barut ve ateş

Yahut kavga

O'dur

Ve kavgasız geçen günlerimin neşesi yoktur.

Yasamızda

Akvaryumlu meyhanelerde

Zümrüt yeşili gözlerine

Türkü yakmak yok

Biz çoktan erittik

Yüreklerimizin çelik potasında

Sütün bacaklı kızların

Gözbebeklerini

Yasamızda

Kilit vurulmuş

Yasak kapıları

Kırmak yok

Açmak var

Suları

Gürül gürül

Akıtmak var

Ve tüm insanları

İnsanca yaşatmak var.

Yasamızda

Kan

Barut

Ateş

Ölüm

Yok

Olmayacak

Özgürlük ve kardeşlik var.

Ve düşün ki

Seni

Yıldızların karanlığında

Yaşamaya tutsak ettiler

Ve sen

Siyahın ne kadar siyah

Beyazın ne kadar beyaz

Olduğunu

Görmeden öleceksin

Oysaki ben

Güneş aydınlığını gördüm

Güneşin hapsedildiği yeri biliyorum.

Hazır ol

Ordu ordu

Bölük bölük

Teker teker

Geliyorum.

Bu

Ne benim sana

Tepeden inme bir emrim

Ve ne de

Ayaklarına kapanıp ağladığım

Bir yalvarışımdır

Bu

Eğilmez başların

Bükülmez bileklerin

Yani tarihin

Durdurulmaz emridir.

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.
9962 kişi tarafından görüldü.
Son Güncellenme:08:36:49
x